24 Temmuz 2018 Salı

1984

Çıkardığınız her sesin duyulduğunu, karanlıkta olmadığınız sürece her hareketinizin gözetlendiğini varsayarak yaşamak zorundaydınız; zorunda olmak ne söz, artık içgüdüye dönüşmüş bir alışkanlıkla öyle yaşıyordunuz.


Savaş barıştır, 
Özgürlük köleliktir,
Cahillik güçtür.


İster KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER yazsın, ister yazmaktan vazgeçsin, hiçbir şey fark etmeyecekti. İster günceyi sürdürsün, ister sürdürmesin, hiçbir şey fark etmeyecekti. Düşünce polisi onu nasıl olsa yakalayacaktı. Hiçbir şey yazmamış olsaydı bile, tüm öteki suçları da içeren temel suçu işlemişti. Buna ''düşüncesuçu'' diyorlardı. Düşüncesuçu sonsuza dek saklanabilecek bir şey değildi. onları bir süre hatta yıllarca atlatabilirdiniz, ama eninde sonunda ensenize yapışırlardı. 
Böyle şeyler hep geceleri yapılırdı. Tutuklamalar her zaman geceleyin gerçekleşirdi. Ansızın irkilerek uyanmak, hoyrat bir elin omzunu sarsması, gözlerinize tutulan ışıklar, yatağı çevreleyen acımasız yüzler. Çoğu zaman ne yargılama olurdu ne de bir tutuklama raporu tutulurdu. İnsanlar ortadan kayboluverirdi, o kadar; ve bu hep geceleri olurdu. Adınız kayıtllardan silinir, yaptığınız her şeyin kaydı yok edilir, bir zamanlar var olduğunuz bile yadsınır, sonra da tümden unutulurdu. Kökünüz kazınır, külünüz göğe savrulurdu: Alışılmış deyimle, buharlaşırdınız.


Kendi çocuklarından korkmak, otuz yaşından büyükler için neredeyse olağan bir şey olup çıkmıştı.


Kafatasınızın içindeki bir kaç metreküp dışında, hiçbir şey size ait değildi. 


İnsan ardında tek bir iz bile, bir kağıt parçasına karalanmış tek bir adsız sözcük bilr bırakamadıktan sonra, geleceğe nasıl seslenebilirdi?


Parti geçmişe el koyabiliyor ve şu ya da bu olayın hiçbir zaman olmadığını söyleyebiliyorsa, bu hiç kuşkusuz işkenceden de, ölümden de beter bir şeydi.


Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan geçmişi de denetim altında tutar.


İnsan, kendi belleği dışında hiçbir kayıt olmayınca en belirgin gerçeği bile nasıl kanıtlayabilirdi ki?


''Bana öyle geliyor ki, sizler asıl işimizin yeni sözcükler icat etmek olduğunu sanıyorsunuz. Oysa ilgisi yok! Sözcükleri yok ediyoruz; her gün onlarcasını yüzlercesini ortadan kaldırıyoruz. Dili en aza indirgiyoruz. ''


''Yenisöylem'in tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşüncesuçunu olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirebilecek tek bir sözcük kalmayacak. Gerek duyulabilecek her kavram, anlamı kesin olarak tanımlanmış, tüm yan anlamları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir sözcükle dile getirilecek.''


''Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak gerektir. Bağlılık bilinçsizliktir.''


Proleterler, kendi güçlerinin bilincine bir varabilseler, belki gizli etkinlikler yürütmeye bile gerek kalmayacaktı. Yalnızca ayağa kalkıp, sırtına konan sinekleri savuşturan bir at gibi silkinmeleri yetecekti.


Bilinçleninceye kadar aslan başkaldırmayacaklar, ama başkaldırmadıkça da asla biliçlenmeyeceker.


Proleterlerin güçlü siyasal düşüncelerinin olması istenen bir şey değildi. Onlardan tek istenen, çalışma saatlerinin uzatılmasını ya da tayınlarının kısıtlanmasını kabullenmeleri gerektiğinde kışkırtılabilecek ilkel bir yurtseverlikti.


İşin asıl korkunç yanı, farklı düşündüğünüz için sizi öldürecek olmaları değil, haklı olabilecekleriydi. İki kere ikinin dört ettiğini nereden biliyorduk ki? Yerçekimi diye bir şey olduğunu nereden biliyorduk ki? Geçmişin değiştirilemez olduğunu nereden biliyorduk ki? Madem geçmiş de, dış dünya da yalnızca zihinlerdeydi, madem zihin de denetlenebiliyordu, söylenecek ne kalıyordu geriye?


 GEORGE ORWELL

23 Temmuz 2018 Pazartesi

KÜRK MANTOLU MADONNA

Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif efendinin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendimize sorarız: ''Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?'' Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunların içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum bir dimağlarının bulunduğunu, bunu neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemlerinin olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu alemin tezahürlerini dışarıdan vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.


İnsanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.


Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı adetlerinden biri de galiba eski -ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. Sonra, o zamana kadar ''siz'' diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça ''sen'' diyecek kadar alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşındakinin sözünü yarıda kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak, hatta çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak..


Nedense hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini , herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.


İnsanları, kendi cinslerinden biri üzerinde kudret ve salahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır?


Hastanın yanından çıkıp holden geçerken ortadaki büyük masanın etrafına dizilmiş gördüğüm iki delikanlı ile on beş on altı yaşlarında bir genç kız, birbirlerine sokularak, benim arkamı dönmemi beklemeden fısıldaşıp gülmeye başlamışlardı. Gülünecek bir tarafım olmadığını biliyordum.  Fakat bunlar da o yaşlardaki her kof insan gibi, ilk rastladığının suratına gülmeyi bir nevi üstünlük alameti sayanlardandı. 


Boş, bomboş mahluklardı. Yaptıkları münasebetsizlikler hep buradan geliyordu. İçlerinin esneyen boşluğu karşısında ancak başka başka insanları istihfaf ve tahkir etmek, onlara gülmek suretiyle kendilerini tatmin edebiliyorlar, şahsiyetlerinin farkına varıyorlardı.    


Etrafları tarafından anlaşılmayan, haklarında daima yanlış hükümler verilen insanların zamanla bu yalnızlıklarından bir gurur ve acı bir zevk duymaya başladıklarını biliyordum, fakat hiçbir zaman etrafında bu hareketini haklı bulacaklarını tasavvur edemiyordum.


İnsanların birbirlerini aramaları, bulmaları ve içini seyretmeleri için konuşmanın neden muhakkak surette lazım olmadığını, neden bazı şairlerin boyuna, tabiatın güzelliği karşısında yanlarında konuşmadan gidecek birini aradıklarını anladım.


Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!


Deli olacağım yahut öleceğim dersem yalan söylemiş olurum. İnan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor.


Eski bir Roma tarihinde, Mucius Scaevola isminde bir murahhasın düşmanla sulh müzakeresi yaparken, kendisine teklif edilen şartları kabul etmezse öldürüleceği yolundaki tehdide cevap olarak, kolunu yanı başındaki ateşe sokup dirseğine kadar yaktığını ve bu sırada sükunetle müzakereye devam ederek, böyle tehditlerle korkutulamayacağını gösterdiğini okuduğum zaman, elimi aynı şekilde ateşe sokmak ve aynı metaneti nefsimde denemek arzusuna kapılmış ve parmaklarımı oldukça ağır bir şekilde yakmıştım. En büyük acıya yüzündeki tebessümü muhafaza ederek tahammül eden bu adamın hayali beni hiçbir zaman terk etmemiştir. Bir zamanlar, kendimde yazı yazmaya, hatta ufak şiirler karalamaya kalkmış, fakat bundan çabuk vazgeçmiştim: İçimdekileri herhangi şekilde olursa olsun dışarıya vurmak korkusu, bu manasız ve lüzumsuz ürkeklik yazı yazmama maniydi.Yalnız resim yapmaya devam ediyordum. Bu iş bana, içimden bir şey vermek gibi gelmiyordu. Dışarıyı alıp bir kağıda aksettirmekten, bir mutavassıtlıktan ibaret görünüyordu. Nitekim işin böyle olmadığını anlayınca bundan da vazgeçtim. Hep o korku yüzünden. 


Bir ecnebi dil öğreneceğimi, bu dilde kitaplar okuyacağımı, ve asıl, şimdiye kadar sadece romanlarda rastladığım insanları işte bu ''Avrupa'' da bulacağımı tahmin ediyordum. Zaten muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışım değil miydi?


Hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını henüz idrak etmemiştim. 


Kendimi bildim bileli, bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itilaf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün insanlardan kaçmıştım.


Bir insanın diğer bir insanı hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün oluyordu? Ahbapça bir selam ve temiz bir gülüş.. Ve ben bu anda başka hiçbir şey istemiyordum. Dünyanın en zengin adamıydım.


Küçüklüğümden beri saadeti israf etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim.


- ''Berlin' de yalnızsınız değil mi?'' dedi.
- ''Ne gibi?'' 
- ''Yani.. Yalnız işte.. Kimsesiz.. Ruhen Yalnız.. Nasıl söyleyeyim.. Öyle bir haliniz var ki..''
-  ''Anlıyorum, anlıyorum... Tamamen yalnızım... Ama Berlin' de değil... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri..''
- ''Ben de yalnızım..'' dedi. Bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak devam etti, ''Boğulacak kadar yalnızım...'' diye devam etti, ''hasta bir köpek kadar yalnız..''


İçimde ona karşı tarif edilemez bir şefkat vardı. Yatağında nasıl uzandığını, nasıl ağır ağır nefes aldığını, saçlarının yastığa nasıl serildiğini tasavvur ediyor ve hayatta bu manzarayı görmekten daha büyük bir saadet olamayacağını düşünüyordum.


Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?


Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım. Hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir..


İçinde gerçekten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi tek bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.


''Maria'' diye fısıldadım. ''Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar çok mesut edebiliyor? İnsanın içinde ne müthiş kuvvetlerin saklı olması lazım!'' 


Anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş.


''Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum!'' dedi. ''Bu eksiklik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni  bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... Ama şimdi inanıyorum... Sen beni inandırdın... Seni seviyorum... Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum...''


Bir insana bir insan herhalde yeterdi.

Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar çok inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkan olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı; çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi.


Ah Maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?



SABAHATTİN ALİ


HAYVAN ÇİFTLİĞİ

'' Şunu da unutmayın ki, insana karşı savaşırken sonunda ona benzememeliyiz. Onu alt ettiğiniz zaman bile, onun kötü alışkanlıklarını benimsemeye kalkmayın. Hiçbir hayvan asla bir evde yaşamamalı, yatakta yatmamalı, giysi giymemeli, içki ve sigara içmemeli, paraya el sürmemeli, ticaretle uğraşmamalı. İnsan'ın bütün alışkanlıkları kötüdür. Ve en önemlisi, hiç bir hayvan başka bir hayvanı öldürmemeli. Güçlüsü güçsüzü, akıllısı akılsızı, hepimiz kardeşiz. Bütün hayvanlar eşittir.''


Alınması gereken kararlar her zaman domuzlar tarafından ortaya atılıyordu. Öteki hayvanlar nasıl oy verileceğini biliyorlar, ama kendi başlarına bir karara varamıyorlardı.


Bu dünyada açlık ve yokluk içinde yaşıyorlardı; başka bir yerlerde daha iyi bir dünyanın bulunmasından daha doğru, daha anlaşılır ne olabilirdi?


Dört ayak iyi, İki ayak daha iyi!


Bütün hayvanlar eşittir. Ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir.


Hayvanlar daha çok domuzlardan  mı yoksa çiftliğe gelen insanlardan mı korkmak gerektiğini kestiremiyorlardı.


Domuzlarla insanlar arasında en küçük bir çıkar çatışması yoktu, olması için de bir neden göremiyordu. Verdikleri uğraşlar da, karşılaştıkları güçlükler de birdi. İşçi sorunu her yerde aynı değil miydi?


Bay Plinkton tombul yanakları mosmor kesilinceye kadar kahkaha attıktan sonra espriyi patlattı: ''Sizler aşağı kesimden hayvanlarla uğraşmak zorundaysanız.'' dedi. ''bizler de bizim aşağı sınıflardan insanlarımızla uğraşmak zorundayız!''


Napoleon ''Beyler,'' dedi. ''Bir kez daha şerefe kaldıracağız bardaklarımızı, ama bu kez Hayvan Çiftliği'nin şerefine değil! Bardaklarınızı ağzına kadar doldurun. Haydi bakalım, beyler: Beylik Çiftlik'in şerefine!'' 
Dışarıdaki hayvanlar bu sahneyi seyrederlerken, bir tuhaflık sezinlediler. Domuzların yüzünde değişen bir şeyler vardı, ama neydi? Clover'ın yaşlı donuk bakışları, yüzler üzerinde bir bir geziniyordu. Domuzların bazılarının çeneleri beş kat, bazılarının dört kat, bazılarının da üç kat olmuştu. Ama eriyip değişmekte olan şey neydi? 


Dışarıdaki hayvanlar bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor; ama onları ayırt edemiyorlardı.



GEORGE ORWELL

1 Mayıs 2018 Salı

DİRİLİŞ NESLİNİN AMENTÜSÜ

Kültür ve medeniyetimizi yaşatmak, sadece geçmişte konanları muhafaza etmek gibi müze işlemi değil, aynı zamanda aynı kültür ve medeniyetin çağ içinde doğurganlığını korumasını sağlamaktır.

Cephede yurdu  korumakla, yurdun içinde kendi medeniyetimizi gözler önünde tahrip edenlerle savaşmak, birbirinden farksızdır.

Cihadı sadece savaşta, cephede silahla çarpışmak biçiminde yorumlama gibi dar ve sınırlı anlayışa saplanmamalı. Kültür ve medeniyet savaşını da öncelikle borç olan savaşa katmalı. Daha doğrusu bu tür savaşı, o savaşın içinde düşünmeli.

Medeniyetimizin, çağımızda, bir tekniği, bir sanat ve estetik ifadesi, bir düşünme dinamiği, bir bilim ağı olmalı. Ki batı uygarlığıyla savaşabilelim ve benliğimizi koruyabilelim.

Peygamber, inanmayanların karşısına, hem söz ve düşünce, hem ahlak, hem Tanrı'ya tapınma, hem de silah ve müslüman şairlerin şiirleriyle çıkmıştı.

Müslüman kuvvetli olmak borcundadır. Hem kendi inanç ve medeniyetini korumak,hem zulmü insanlığa el koymasına mani olmak için.

Kültürsüz ekonomi, ekonomisiz kültür düşünülemez. İnançsız , ahlaksız kültür ve ekonomi düşünülmediği gibi.

Kadın ve iş düzeni, kadının özelliğini ve iç özgürlüğünü yok etmeyecek biçimde yeniden düzenlenecek, bugün görülen, kadının özgürlüğü adı altında, yedek bir erkek türüne dönüştürülerek yozlaştırmaya gidiş önlenecektir.




SEZAİ KARAKOÇ

DEVLET

''Bir gün şair Sophokles'leydim. Biri geldi sordu ona: 'Aşkla aran nasıl? Hala kadınlarla düşüp kalkıyor musun?' Sophokles: 'Bırak canım sen de,' dedi. 'Bu işten kurtulduğuma bilsen ne kadar seviniyorum. Deli ve belalı bir efendinin elinden kurtulmuş gibiyim.''

Her bilgi, kendinden üstün olanın işine geleni değil, kendi yönetimi altında olanın, yani güçsüzün işine geleni yönetir ve buyurur.

Her insan kendi nasılsa, öyle olana benzer, olmayana benzemez. O halde kişinin benzediği neyse kendi de odur.

Doğruluğun yanında iyilik ve akıllılık, eğriliğin ise kötülük ve bilgisizlik vardır.

Eğrilik yalnızca doğrulukla iş görür. 

Düşünen bir insan için dinlemek ve söylemekten daha keyifli bir şey olabilir mi? 

Doğruluk, en iyi şeyle en kötü şeyin ortasında, yani haksızlık edip ceza görmemekle, haksızlığa uğrayıp öç alamamanın arasındadır. Bu iki şeyin ortasında olan doğruluk iyi bir şeydir diye sevilmez.: Ona değer verdiren, insanın hep haksızlık etmeye gücünün yetmemesidir. Gücü yetseydi haksızlık etmeyi, haksızlığa uğramayı ortadan kaldırmak için kimseyle anlaşma yapmaya kalkmazlardı.

Kendinde olanın fazlasını istemek, bunu bir şey sayıp ardına düşmek, insanın doğasında olan bir şeydir.

Haksızlık etmek fırsatını bulan herkes haksızlık eder.

Eğriliğin son kertesi, doğru olmadan doğru görünmektir.

Babalar oğullarına doğru adam olacaksın derler, doğru yolu gösterirler; eğitimcilerin yaptığı da budur. Ama doğruluğu, doğruluktur diye değil, insana iyi ün kazandırdığı için överler.

Toplumu toplum yapan, insanın tek başına kendi kendine yetmemesi, başkalarını gereksinmesidir.

Savaş, teklerin hayatından olduğu gibi, toplumun hayatında da kötülüklerin kaynağı olan şeyden, başkalarından çok mal edinmek hırsından doğuyor.

Değerli insan kendine yeter, tek başına yaşamanın tadına varabilir.

Kendini hep hasta bilenin gerçekten de bedeninden ağrılar hiç eksik olmaz.

İki şey var ki insanı iş göremez hale getirir; zenginlik ve yoksulluk. Çünkü biri insanı keyfe, tembelliğe, değişme isteğine götürür, öteki değişmek isteğiyle kalmaz, insanı küçültür, işini aksatır.

Ölçü, isteklerimize, tutkularımıza vurduğumuz bir çeşit dizgindir.

Hayran olduğu şeyler arasından yaşayan insan, onlara benzemekten kendini alabilir mi?

En yüksek bilimin konusu, iyinin ta kendisi, ideasıdır. Doğruluk ve bütün ötesi değerler insanı iyiye götürürlerse, yararlı olabilirler.

 Bizim gerçek felsefe dediğimiz şey, ruhu karalıktan aydınlığa çevirme, yani gerçek varlığa yükseltme işidir.

Doğuştan sayı bilgisine yatkın olanlar, öteki bütün bilimleri çabuk kavrarlar.

Bir devlette zenginlik ve zenginler baş tacı olunca, doğruluğun ve doğru insanların şerefi azalır.

Hepimizin içinde korkunç, hayvanca, dizginsiz bir çeşit istekler vardır; aklı başında görünen sayılı insanlarda bile rastlanan bu istekler rüyalarda yüze çıkar.




PLATON

18 Ekim 2016 Salı

BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK

Bir insanı anlayabilmek için o insanın baktığı açıdan bakmayı becerebilmelisin.

Bazen bir adamın elindeki İncil.. babanın elindeki içki şişesinden daha tehlikeli olabilir.

İnsanların başına ne geldiğini asla bilemeyiz. Kapalı kapılar ardında evlerde nelerin olup bittiğini, ne sırların gizlendiğini...

İstediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır.

Başka insanların yüzüne bakabilmek için önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.

''Gerçek cesaretin ne olduğunu bilmeni istiyordum, gerçek cesaretin eli tüfekli bir adamla ilgisi olmadığını. Daha başlamadan yenildiğini bile bile başlamak ve her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar devam etmek olduğunu. Nadiren de olsa bazen kazanırsın.

İnsanlar kendilerinden daha çok şey bilen birini çevrelerinde görmekten hoşlanmazlar.

İnsanın hiçbir şekilde değiştiremeyeceği koşullarda yalan söylemesi gerekir.

Bazı zenciler yalan söyler, bazı zenciler ahlaksızdır, kadınlarımızın yakın çevresindeki bazı erkeklere güvenmememiz gerekir -ister siyah olsun ister beyaz. Ama her türlü insan soyu için geçerlidir, belli bir insan soyu için değil. Bu mahkeme salonunda hayatında hiç yalan söylememiş, ahlaksızca bir şey yapmamış kimse yoktur.

Bazı insanların bizi inandırmaya çalıştıkları gibi insanlar eşit yaratılmamıştır... Bazıları daha zekidir, bazı insanlar doğuştan kazanılmış daha fazla olanağa sahiptir, bazı insanlar ötekilere göre daha fazla para kazanır, bazı kadınlar diğer kadınlara göre daha iyi kek yapar.. Bazı insanlar pek çok başka insanın normal kapsama alanına girmeyen yeteneklere sahiptir. Ama bu ülkede insanlar ancak tek bir durumda eşit yaratılmış kişiler haline gelirler- bir yoksulu Rockfeller ailesinin bir ferdiyle, bir budalayı Einstein ile, cahil bir kişiyi bir kolej müdürüyle eşit gören bir tek kurum vardır. Bu kurum da hukuk kurumudur.

Tom Robbinson'un davası insanların yüreklerindeki gizli mahkemelerde görülmemişti.

Zulüm önyargılı insanlardan kaynaklanır.

Kendinizi bir adamın yerine koymadıkça, o adamın yerinde olmanın nasıl bir şey olacağını anlamaya çalışmadıkça o adamı gerçekten tanımazsınız.




HARPER LEE

11 Ağustos 2016 Perşembe

SİMYACI

Herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğini elifi elifine bilir. Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilmez.

Tanrı, herkesin izlemesi gereken yolu yeryüzüne çizmiştir, yazmıştır. Senin yapman gereken, senin için yazdıklarını okumak yalnızca.

Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim kalmayacak.

Herkes düşlerini aynı şekilde göremez, kendince görür.

Öyle zamanlar vardır ki, insan hayat ırmağının akış yönünü değiştiremez.

Yeryüzünde herkesin anladığı bir dil vardır. Bu coşkunun dilidir, arzu edilen ya da inanılan bir şeyi gerçekleştirmek için sevgi ve tutkuyla yapılan girişimlerin dilidir.

Bir şeyi gerçekten istediğin zaman, arzunu gerçekleştirmeni sağlamak için tüm evren iş birlği yapar.

Bir şeye karar vermek başlangıçtan başka bir şey değildir. İnsan bir şeye karar verdiği sırada hiç öngörmediği, düşünde bile aklına gelmeyen bir yöne doğru şiddetli bir akıntıya kapılıp gidiyordu.

Belki de Tanrı, çölü, insanlar hurma ağaçlarını görünce sevinsinler diye yarattı.

Dünyanın konuştupu ve yeryüzünün bütün yaratıklarının yürekleriyle anladıkları dilin, en temel ve en yüce bölümünü anladı delikanlı. Aşktı bunun adı, insanlardanda çöllerden de daha eskiydi; tıpkı kuyunun yanında bu iki bakışın buluşması benzeri, iki bakışın buluştuğu yerde, her zaman aynı güçle ortaya çıkardı.

Aşk sevilen nesnenin yanında bulunmayı zorunlu kılıyordu.

İnsan sevince, nesneler daha çok anlam kazanıyor.

Düşlere inanan kimse onu yorumlamasını da bilir.

''Kötülük'' dedi simyacı, ''insanın ağzına girende değil, oradan çıkandadır.''

''Seni seviyorum, çünkü bütün evren sana ulaşmam için işbirliği yaptı.''

''Bulduğun şey saf maddeden yapılmışsa hiçbir zaman çürümeyecektir.''

Yüreğin neredeyse, hazinen de oradadır.

Gözümüzün önünde büyük hazineler olduğu zaman görmeyiz onları. Peki neden bilir misin? Çünkü insanlar hazineye inanmazlar.

Ve altın evrimin simgesi olacağı yere savaşların işareti oldu.

Kim ve ne olursa olsun yeryüzünde her insan, her zaman dünya tarihinde başrol oynar. Ve doğal olarak o bilmez bunu.




PAULO COELHO