11 Ekim 2014 Cumartesi

YERALTINDAN NOTLAR (1.KISIM)

Her dakika kendimde kindarlığa tamamen zıt ögelerin fazlasıyla bulunduğunun farkına varıyordum. İçimde sürekli birbirine zıt duyguların savaştığını duyumsuyordum. Bunların tüm yaşamım boyunca benliğimde varolduklarını, dışarıya çıkmak için baskı yaptıklarını biliyordum ama izin vermiyordum, bilerek izin vermiyordum. Çelişkilerim beni utandırıyor, acı veriyordu. Acıdan kıvrandırıyordu ve sonunda bıktırdılar. 

Ben hiçbir şey olamıyorum: ne iyi, ne kötü, ne alçak, ne dürüst, ne kahraman, ne böcek. Şimdilerde akıllı bir adamın başarması zaten olanaksızdır. Ancak aptallar bir yere gelebilir gibi bütünüyle asılsız bir düşünce ile avunarak kendi inime çekilmiş, günlerimi yaşıyorum. Evet, 19. yüzyılda yaşayan akıllı birey karaktersiz olmak zorundadır ve ahlaki açıdan da buna mecburdur. Karakter sahibi faal kişi ise genellikle dar görüşlü bir varlıktır.

Bu arada saygın bir adam hangi konuda konuşmaktan zevk alır? Elbette kendisi hakkında. Ee öyleyse bende kendi hakkımda konuşacağım.

Yemin ederim ki, gereğinden fazla bilinçli olmak hastalıktır.

Öyle bir noktaya geldim ki iğrenç Peterburg gecelerinden kendi inime dönerkenyine utanç verici birşeyler yaptığımın ve de bunu düzeltmenin ya da unutmanın bir yolu olmadığının ayırtındaydım. İçim içimi yiyor, kendimi hırpalıyordum ama aynı zamanda gizliden gizliye, sapkınca bir haz alıyordum; yaptığımın utancını yaşayabilmenin bilinci, acı bir şuruptu ve onu içmek bana düpedüz zevk veriyordu.

En yakıcı zevkler çaresizliklerde yaşanır, özellikle hiçbir çıkış yolu kalmadığının ayırtında olduğun zaman.

Doğuştan aptal olan ''gerçekçi ve doğal bir insan'' öç almayı bir adalet gibi görüyor.

Doğa size birşey sormuyor, o sizin dileklerinizle ilgilenmiyor ve yasalarını da beğenip beğenmemenizi hiç umursamıyor.

Bilinçli bir kişi, kendine en alt seviyede bile saygı duyabilir mi?

Bir defasında zoraki aşık olmayı denedim. Size yemin ederim ki baylar aşk acısı çektim. Tinsel derinliklerde bir yerde aslında acı çektiğine pek inanmıyorsun, olup bitenlere kahkahalarla gülesin geliyor  ama gerçekte acı çekiyorsun. Şakası yok bu işin; öyle bir kıskançlık yaşıyorsun ki, yerinde duramıyorsun. Ve bütün bunlar can sıkıntısından, evet tamamen can sıkıntısı. Bu süredurum beni hasta ediyor.

Sev yada nefret et, yeter ki birşeyler yap.

Çıkar! Çıkar nedir? Bir insanın gerçek çıkarının ne olduğunu açıklayabilir misiniz? Ya bazen, kişinin çıkarı özel durumu gereği, genel çıkarlarına ters düşecek şeyler yapmasından geçiyorsa? Anlıyoruz ki, böyle şeyler oluyorsa genel çıkar kurallarının cehenneme kadar yolu var. Ne düşünüyorsunuz, böyle birşey olabilir mi?

İnsanoğlu dizgelere, soyut kavramlara o denli düşkündür ki, kendi mantığını haklı çıkarmak için gözlerini kapatıp, kulaklarını tıkayıp gerçeği çarpıtabilir.

Bir zamanlar insanlar adalet uğruna kan dökerken, vicdanları rahat bir şekilde öldürüyorlardı.Oysa günümüzde kan dökmenin iğrenç birşey olduğunu bile bile katlediyoruz, hemde eskiye kıyasla daha çok cana kıyıyoruz. Sizce hangisi daha kötü? Yazılanlara bakılırsa, Kleopatra odalıklarının göğüslerine altın iğneler batırmaktan hoşlanırmış; çığlık atmalarından, kıvranmalarından zevk alırmış.Şimdi, bu olay barbarlığın egemen olduğu zamanda gerçekleşmiş diyeceksiniz.  Ama bugünde iğneler batırılıyor, demek ki yaşadığımız çağda da neredeyse barbarlık egemen. Günümüz insanı barbarlık çağındaki atalarından daha iyi görünmelerine rağmen, aklın ve bilimin gösterdiği yolda yürümeye hala alışamamıştır. Ancak siz yine de, akılcılık ve bilimin el ele verince insan doğasını bütünüyle değişitirip, insanlığın yürüyeceği doğru yolu aydınlattığında, insanoğlunun da tüm eski kötü huylarından vazgeçip, soyluluğa bürüneceğine kesinlikle inanıyorsunuz. İnsanların kendi iradeleriyle hata yapmaktan vazgeçip, istese de istemese de normal çıkarlarına ters düşmeyeceğinden eminsiniz. 

İnsanoğlu aptal bir yaratıktır, eşsiz bir aptal. Aptal değilse bile nankördür, hemde eşi benzeri olmayan bir nankör.

İki kere ikinin dört etmesinden başka çıkar yol olmazsa, iradenin ne önemi kalır? İradem işe karışsa da karışmasa da iki kere iki dört ediyor. İrade bu mudur?

Kuşkusuz insan inşa etmeyi, yollar açmayı seviyor; ama daha büyük bir tutkuyla yıkmayı ve karmaşayı neden daha çok sevdiğini söyleyebilir misiniz? Bunu bana açıklayın, lütfen! Doğrusu bende bu konuda birkaç söz söylemek istiyorum. Belki de insanın yıkmayı ve karmaşayı bu kadar çok sevmesinin nedeni, aslında içgüdüsel olarak, hedefine ulaşıp, inşa ettiği binayı sonlandırmaktan korkmasıdır. Nereden bilebilirsiniz, belki de uzaktan beğendiği bu binayı, yakından görmeye dayanamıyor; belki de sadece inşa etmeyi seviyor, içinde yaşamayı değil.

Belki de insan yalnızca mutlu bir yaşamı sevmiyor. Belki acıyı da bir o kadar seviyordur. Dahası belkide acı çekmek mutlu bir yaşam kadar onun için yararlı olabiliyor. İnsanın kimi zaman tutkuyla acı çekmeyi sevdiği de tartışılmaz bir gerçek.

İyisi mi hiçbir şey yapmamak! En güzeli bilinçli bir hareketsizliktir. Ve de öylece yeraltında yaşamak!

Her insanın öyle anıları vardır ki, bunları sadece dostlarına anlatabilir. Bazıları ise dostlara bile anlatılmaz, ancak kendinize açabilirsiniz. Ama öyle anılar vardır ki, insan kendi kendine bile çıtlatmaktan çekinir.Her saygın kişide bunlardan bol bol vardır. Hatta şöyle söyleyebiliriz: bir adam ne kadar saygıdeğerse o kadar çok sırrı vardır.

Bir insan kendi kendine de olsa, gerçeği bütün çıplaklığıyla görmekten korkmayıp, dürüst davranabilir mi? 



FYODOR DOSTOYEVSKI



8 Ekim 2014 Çarşamba

BABALAR VE OĞULLAR

Prenses anlaşılan Kirsanov'u tutkuyla sevmemişti. Ateş son kes alevlenerek sonsuza dek söndü.

Gerçekten dünyada, kucağında sağlıklı bir bebekle genç ve güzel bir anneden daha çekici ne var ki?

Kendi değerlerini bilmeden, kendine saygı duymadan -aristokrasizmde bu duygular gelişmiştir- toplum yapısında sağlam temel sağlanamaz. Şahsiyet, bu önemli; insanlığın şahsiyeti kaya gibi sağlam olmalı, çünkü herşey onun üzerine kuruluyor.

Nikolay Petroviç hayal etmeyi severdi, köy hayatı bu özelliğini geliştirmişti.Çok mu geçmişti, aynı şekilde oğlunu beklerken, hayallere dalıyordu, ama o zaman bile değişiklik vardı, daha o zaman ilişkileri belirlenmişti...ve nasıl! Yine rahmetli eşi geldi gözünün önüne, ama yıllarca onu iyi bir ev hanımı gibi değil, ice belli, masum bakışlı ve boynunun üstünde çocukça bağlanmış örgülü genç kız olarak gördü. Onu ilk defa gördüğü gibi hatırladı. O zaman daha talebeydi.Yaşadığı evin merdiveninde ona rastladı ve istemeden onu iterek,geri döndü, özür dilemek istedi ve sadece ''Özür dilerim beyfendi'' diye mırıldanabildi. Genç kız alayla gülümsedi,ve sanki birden ürküp kaçtı ve merdivenin dönüşünde hızlıca baktı, ciddi bi ifade takındı ve kızardı. Sonra ilk çekingen buluşmalar,yarım sözler, yarım gülüşler, şaşkınlık, hüzün, hamle ve nihayet nefes kesen sevinç... Nereye gitti bütün bunlar? Genç kız eşi oldu, bu dünyada her zaman olduğu gibi çok az mutlu oldu... ''Ancak'' diye düşünüyordu, ''o ilk tatlı anlar, neden sonsuz, ölümsüz hayatla birlikte yaşamıyorlar?'' Kendi düşüncesini anlamaya çalışmıyordu, ama güzel zamanı hatıralardan daha güçlü bir şeyle tutmak istediğini hissediyordu;yeniden Mari'sinin yakınlığını, bedeninin sıcaklığını, nefesini hissetmek istiyordu.

Sadece aptallar ve fazla akıllılar zaman kaybeder.

Sevemeyen bütün kadınlar gibi bir şey istiyordu ve ne istediğini kendi de bilmiyordu.

Zaman (bilinen bir şey) bazen kuş gibi uçuyor, bazen solucan gibi sürünüyor; ama insanın en iyi zamanı onun nasıl geçtiğini anlamaması, hızlı mı yavaş mı.

Bir kadın hoşuna mı gidiyor, bir sonuç almaya çalış; olmadı mı, peki, gerek yok, kafanı çevir, dünyada tek değil ya.''

Hatıralar çok, ama hatırlanacak şey yok ve önümde uzun bir yol, ama amacım yok...

-
-''Söyleyin neden biz, mesela mesela müzik dinlemekten, güzel bir akşamdan, sempatik insanlarla sohbet etmekten zevk alırken, neden bunları sadece bir yerlerde var olan sonsuz mutluluğun bir iması olduğunu sanıyoruz, ama elimizde olan gerçek mutluluk değil? Neden bu?'' 
-''Atasözünü bilir misiniz: 'Bizim olmadığımız yerler daha güzel.'' dedi Bazarov.

İnsan içinde 'neler olduğunu' her zaman yüksek sesle söyleyebilir mi?

Çok bilirsen çabuk yaşlanırsın.

Herkes karnını doyurmak için kendi elleriyle çalışmalı, başkalarına niye güvenesin?

''Bak'' dedi birden Arkadi. ''Kuru kayısı ağacının yaprağı koptu ve yere düşüyor; hareketleri kelebeğinkiyle aynı. Tuhaf değil mi? En hüzünlüsü ve cansızı, en neşelisine ve canlıya benziyor.

Arina Vlasyevna; ''Ne yapalım Vaysa! Evlat kesilmiş bir parçadır. Obir şahin gibi, istedi geldi, istedi gitti; Biz ise yuvada güvercin gibi, yanyana oturuyor ve yerimizden kıpırdamıyoruz. Sadece ben senin için, sen benim için sonsuza kadar değişmez kalırız.''

Her biri karşı tarafın kendini anladığını kavrıyordu. Dostlar için bunu bilmek hoş birşey, ama düşmanlar için çok kötü. Özellikle ne konuşabiliyorlar ne de birbirinden uzaklaşabiliyorlarsa.

Düşünün, sevmek ve karşılık görmemek ne felaket şeydir!

Bazen insan kendini tepesinden tutup, topraktan turp çeker gibi çekmeli.

''Aşk yapmacık bir duygu mu?''

Eski birşey ölüm, ama herkes için yeni birşey.

''Elveda!'' dedi Bazarov ve devam etti: ''Uzun yaşayın, bu en iyisi ve zaman varken kullanın onu. Bakın ne iğrenç bir görüntü: Ezilmiş solucan, ama hala kıpırdıyor. Bende düşündüm çok iş yapacağım, ölmeyeceğim! Amacım var, ben bir devim! Şimdi ise bu devin amacı, nasıl iyi bir şekilde ölsem. Aslında bunu düşünen yok... Olsun, yinede kuyruğumu sallamayacağım.''

Dualar boşuna mı? Yoksa sevgi, kutsal, sadık sevgi herşeye kadir değil mi? Oo hayır! Ne kadar tutkulu, günahkar, isyankar bir kalp mezarda kaybolsa da, üstünde büyüyen çiçekler size masum bakıyor; sadece sonsuz sukunetten konuşmuyorlar, 'kayıtsız' doğanın sukunetinden, sonsuz kabullenme ve sonsuz hayattan söz ediyorlar...





İVAN TURGENYEV

2 Ekim 2014 Perşembe

MEKSİKALI

Bahse tutuşan seyircinin parası nerede yatıyorsa, gönlü de orada yatardı.

Ah havadar bir odada, her gece kar gibi çarşaflar serili bir yatağın sizleri beklediği sevgili, çıtkırıldım, etli insanlar...başınızdan geçmemişse, Londra sokaklarında sabahlamanın ne çirkin birşey olduğunu nasıl anlatabilirim sizlere? İnanın bana, başınızı sokacak bir yer bulamadan, o sokaklarda bir kez olsun sürtmek zorunda kalsanız, doğu yönünde tan yerinin ağardığını belirten o solgun ışığı görünceye dek binlerce yüzyılın geçtiğini sanır, soğuktan tir tir titrayip hıçkıra hıçkıra ağlarken vücudunuzda her bir kanın sızım sızım sızladığını duyar, böylesi bir acıya nasıl katlanabildiğinize, nasıl olup hala yaşayabildiğinize siz kendiniz bile şaşarsınız.

Kadınlı erkekli otuz beş bin  evsiz barksız insan var Londra kentinde. Ama lütfen, sakın ha yatağa girdiğiniz zaman aklınıza getirmeyin bunu; eğer olmak zorunda olduğunuz kadar yufka yürekli bir kimseyseniz, rahat yatağınızda her zmaanki gibi mışıl mışıl uyuyamayabilirsiniz. Altmışlık, yetmişlik, seksenlik insanlar vardır, yaşlı başlı insanlar; kötü beslenmişlerdir, bir deri bir kemiktirler; onlar günün doğuşunu dinlenmiş ve capcanlı olarak selamlayamazlar; gece tüm acımasızlığıyla üzerlerine yeniden çökünceye dek, ekmek kabukları ardında gün boyunca çılgınca koşacaklardır ve beş gün beş gece sürecektir bu çile...

İki adam konuşuyordu. Deli filan değildiler sadece yaşlıydılar. Yedikleri çer çöp yüzüden bağırsakları iğrenç kokular salan bu iki adam, kanlı bir devrimden söz ediyordu. Anarşistlerin, fanatiklerin, delilerinkine benziyordu konuşmaları. Kim kınayabilir , kim sorumlu tutabilirdi onları? Oysa ben üç öğün yemek yemiştim o gün; istersem yan gelip yatabileceğim bir yatağım vardı; oraya uzanır, şeylerin başkalaşımı, gelişimi ve evrimi konusunda, toplumsal felsefem konusunda kafa patlatabilirdim. Uzun lafın kısası, ya onlarla birlikte abuk subuk laflar edecek yada çenemi tutacaktım. Zavallı budalalar! Bilmiyorlardı ki devrimleri yaratanlar onların hamurundan değildir ve onlar kısa bir süre sonra ölüp gittiklerinde, Poplar Düşkünler Yurdu'na  gitmek üzere Mile and Road boyunca yürüyen ve balgamlı, sümüklü kaldırımlardaki süprüntüleri gövdeye indiren başka zavallılarda kanlı devrimlerden gem vuracaklardı.

İyilik yaparken ayrım gözetmek ahlaksızlıktır der profesyonel insanseverler.



JACK LONDON

VAHŞETİN ÇAĞRISI

Bir kere düştün mü, sonun geldi demektir. İşte bu yüzden asla düşmemeliydi.

Zevk aldığı için değil, fakat midesinden gelen gürültüler için çalıyordu. Hırsızlığı açıkça değil, sopa ve diş kanununa duyduğu saygıdan yapıyordu. Kısaca yaptığı şeyleri yapamadığı şeylerden daha kolay olduğu için yapıyordu.

Yaşamın doğruluğunu belirleyen ve bunun da üzerinde yaşamın daha da yükselmeyeceği bir kendinden geçiş vardı. Bu kendinden geçiş, kişinin en canlı olduğu anda gelir ama beraberinde canlı olduğu unutkanlığını da getirir.


Orta yol diye birşey yoktu. Ya efendi olacaktı yada yönetilecekti, merhamet göstermek ise zayıflıktı. İlkel yaşamda acımak diye birşey yoktu. Acıma duygusu korku diye yanlış anlaşılıyor, böyle bir yanlış anlaşılma da ölüm demek oluyordu. Öl ya da öldür, yen yada yenil, kanun buydu ve o, zamanın derinliklerinden gelen bu kanuna uyum sağlıyordu.

Bitmez tükenmez saatler boyunca örümceği ağında, yılanı kıvrımlar içinde, panteri pusuda tutan vahşetin bir sabrı vardır; yaşamın kendisi kadar direngen, yorulmaz ve üsteleyici bir sabırdır bu.

Bütün gün Buck havuzun çevresinde döndü ve huzursuzca dolaştı. Hareketin durması, tanıdığı calıların yaşamlarında gitmeleri olarak tanıyordu. Thornton'un öldüğünü biliyordu. Açlığa benzer büyük bir boşluk vardı içinde ama bu yiyeceğin doldurabileceği bir boşluk değildi.



JACK LONDON