23 Temmuz 2018 Pazartesi

KÜRK MANTOLU MADONNA

Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif efendinin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendimize sorarız: ''Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?'' Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunların içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum bir dimağlarının bulunduğunu, bunu neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemlerinin olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu alemin tezahürlerini dışarıdan vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.


İnsanlara ne kadar çok muhtaç olursam onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.


Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı adetlerinden biri de galiba eski -ve kendilerinden geri kalmış- arkadaşlarına karşı gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı. Sonra, o zamana kadar ''siz'' diye hitap ettikleri dostlarına birdenbire ahbapça ''sen'' diyecek kadar alçakgönüllü ve babacan oluvermek, karşındakinin sözünü yarıda kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak, hatta çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak..


Nedense hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini , herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.


İnsanları, kendi cinslerinden biri üzerinde kudret ve salahiyetlerini denemek kadar tatlı sarhoş eden ne vardır?


Hastanın yanından çıkıp holden geçerken ortadaki büyük masanın etrafına dizilmiş gördüğüm iki delikanlı ile on beş on altı yaşlarında bir genç kız, birbirlerine sokularak, benim arkamı dönmemi beklemeden fısıldaşıp gülmeye başlamışlardı. Gülünecek bir tarafım olmadığını biliyordum.  Fakat bunlar da o yaşlardaki her kof insan gibi, ilk rastladığının suratına gülmeyi bir nevi üstünlük alameti sayanlardandı. 


Boş, bomboş mahluklardı. Yaptıkları münasebetsizlikler hep buradan geliyordu. İçlerinin esneyen boşluğu karşısında ancak başka başka insanları istihfaf ve tahkir etmek, onlara gülmek suretiyle kendilerini tatmin edebiliyorlar, şahsiyetlerinin farkına varıyorlardı.    


Etrafları tarafından anlaşılmayan, haklarında daima yanlış hükümler verilen insanların zamanla bu yalnızlıklarından bir gurur ve acı bir zevk duymaya başladıklarını biliyordum, fakat hiçbir zaman etrafında bu hareketini haklı bulacaklarını tasavvur edemiyordum.


İnsanların birbirlerini aramaları, bulmaları ve içini seyretmeleri için konuşmanın neden muhakkak surette lazım olmadığını, neden bazı şairlerin boyuna, tabiatın güzelliği karşısında yanlarında konuşmadan gidecek birini aradıklarını anladım.


Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!


Deli olacağım yahut öleceğim dersem yalan söylemiş olurum. İnan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor.


Eski bir Roma tarihinde, Mucius Scaevola isminde bir murahhasın düşmanla sulh müzakeresi yaparken, kendisine teklif edilen şartları kabul etmezse öldürüleceği yolundaki tehdide cevap olarak, kolunu yanı başındaki ateşe sokup dirseğine kadar yaktığını ve bu sırada sükunetle müzakereye devam ederek, böyle tehditlerle korkutulamayacağını gösterdiğini okuduğum zaman, elimi aynı şekilde ateşe sokmak ve aynı metaneti nefsimde denemek arzusuna kapılmış ve parmaklarımı oldukça ağır bir şekilde yakmıştım. En büyük acıya yüzündeki tebessümü muhafaza ederek tahammül eden bu adamın hayali beni hiçbir zaman terk etmemiştir. Bir zamanlar, kendimde yazı yazmaya, hatta ufak şiirler karalamaya kalkmış, fakat bundan çabuk vazgeçmiştim: İçimdekileri herhangi şekilde olursa olsun dışarıya vurmak korkusu, bu manasız ve lüzumsuz ürkeklik yazı yazmama maniydi.Yalnız resim yapmaya devam ediyordum. Bu iş bana, içimden bir şey vermek gibi gelmiyordu. Dışarıyı alıp bir kağıda aksettirmekten, bir mutavassıtlıktan ibaret görünüyordu. Nitekim işin böyle olmadığını anlayınca bundan da vazgeçtim. Hep o korku yüzünden. 


Bir ecnebi dil öğreneceğimi, bu dilde kitaplar okuyacağımı, ve asıl, şimdiye kadar sadece romanlarda rastladığım insanları işte bu ''Avrupa'' da bulacağımı tahmin ediyordum. Zaten muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışım değil miydi?


Hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikulade şeyler olmayacağını henüz idrak etmemiştim. 


Kendimi bildim bileli, bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itilaf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün insanlardan kaçmıştım.


Bir insanın diğer bir insanı hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün oluyordu? Ahbapça bir selam ve temiz bir gülüş.. Ve ben bu anda başka hiçbir şey istemiyordum. Dünyanın en zengin adamıydım.


Küçüklüğümden beri saadeti israf etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim.


- ''Berlin' de yalnızsınız değil mi?'' dedi.
- ''Ne gibi?'' 
- ''Yani.. Yalnız işte.. Kimsesiz.. Ruhen Yalnız.. Nasıl söyleyeyim.. Öyle bir haliniz var ki..''
-  ''Anlıyorum, anlıyorum... Tamamen yalnızım... Ama Berlin' de değil... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri..''
- ''Ben de yalnızım..'' dedi. Bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak devam etti, ''Boğulacak kadar yalnızım...'' diye devam etti, ''hasta bir köpek kadar yalnız..''


İçimde ona karşı tarif edilemez bir şefkat vardı. Yatağında nasıl uzandığını, nasıl ağır ağır nefes aldığını, saçlarının yastığa nasıl serildiğini tasavvur ediyor ve hayatta bu manzarayı görmekten daha büyük bir saadet olamayacağını düşünüyordum.


Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?


Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım. Hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir..


İçinde gerçekten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi tek bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.


''Maria'' diye fısıldadım. ''Nasıl oluyor da bir insan diğer bir insanı bu kadar çok mesut edebiliyor? İnsanın içinde ne müthiş kuvvetlerin saklı olması lazım!'' 


Anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş.


''Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum!'' dedi. ''Bu eksiklik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni  bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... Ama şimdi inanıyorum... Sen beni inandırdın... Seni seviyorum... Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum...''


Bir insana bir insan herhalde yeterdi.

Dünyada bir tek insana inanmıştım. O kadar çok inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. Ona kızgın değildim. Ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkan olmadığını hissediyordum. Ama bir kere kırılmıştım. Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı; çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi.


Ah Maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?



SABAHATTİN ALİ


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder